12 Ocak 2014 Pazar

Beyin ve Etiket

Facebook'ta sürekli karşımıza çıkan ve beynimizin ne denli takdire şayan bir varlık olduğunu bize vurgulayan bazı anonim çalışmalar görüyoruz. Bir metinde kelimelerin ilk ve son harfleri olması gerektiği gibi, diğer harfler ise karışık (olması gerektiğinden farklı sırada) verilse de, ilk başta yaşanan anlık duraksamanın ardından, metni sular seller gibi okuyabildiğimiz için beynimizin sorun çözmedeki başarasına gönderme yapılmaktadır. Söz konusu garipliğin altında yatan, beynimizin hızla sorun çözme yetisi değil, tam aksine beynimizin tembel bir yapıda oluşudur. Aslında bizler normalde de yazıları, harf harf hece hece değil bir bütün halinde okuruz. Bunun için ortadaki harflerin karışmış olması beynimizi sekteye uğratmaya yetecek kadar büyük bir sorun değildir.

Bu basit örnekten yola çıkarak, günlük hayatta karşılaşılan sorunlarda da beynimizin kestirme yollar aradığını, sorunun ardında yatan doğru çözümü ve gerçek yanıtı bulmaktansa, çoğu zaman çok daha az maliyetli olan önyargılarla bezeli bir sonuca yelken açtığı görülmektedir. Beynin, işe yaramaz ve aciz olduğumu söylediğimi düşünmeyin. Elbette insan beyni yeryüzündeki en karmaşık ve üstün varlıktır. Fakat irade bu hazineyi çoğu zaman kestirme yollara sokarak, doğruluk ve gerçeklik kriterini genellikle göz ardı ederek sonuca ulaştırmaya çalışmaktadır. Bunun için kullanılan yönteme etiketleme veya olumsuz versiyonu için ise yaftalama tanımını uygun görebiliriz.

Sadece sesini duyabildiğimiz bir insan bize evrenin sırrını veriyor olsa dahi, içimizde beliren bir huzursuzluk evrenin sırrını dinleme konusundaki konsantrasyonumuzu kaybetmemize neden olacaktır. Tek başına ses, karşımızdaki insanı daha önceden kafamızda belirlenmiş ve sınırı keskin bir şekilde çizilmiş profil şablonlarına indirgememize ve bu yolla söylenenleri söz konusu şablonun önkabullerine göre değerlendirmemize mani olmaktadır. Kontrol bizde olmadığı için huzursuzluk kendini gösterecektir. Etiketlemek için görsellik olmazsa olmazlarımızdandır. Muhatap olduğumuz kişinin fiziksel yapısı, kıyafeti, mimikleri, teninin rengi daha insan konuşmaya başlamadan kafamızda öyle bir değerlendirme mekanizmasından geçer ki, bazı insanların kafada oluşan bu önizlenimi değersiz kılabilmesi için belagat sanatını ve bilgi birikimini ustaca kullanması gerekir.

Bu profiller, etiketler elbette kullanışsız değildirler. Çünkü yıllarca edinilmiş tecrübeyi, gözlemleri ve içinde yaşanılan toplumun değer yargılarını taşırlar. Çoğu zaman bizi yarı yolda bırakmayıp, başarılı sonuçlara da götürebilirler. Sorun, etiketleme işlemenin yardımcı bir kaynak olma özelliğini aşıp, nihai karar mekanizmasının temelini hatta kelimenin tam anlamıyla kendisini oluşturmasıdır. Bahsettiğim tehlikeli son aşama; beyni, zigon olarak kullanılan bir bilgisayar kasasına benzetmektir.

Kestirme yollara sapmada eşsiz bir hüner gösteren beynimiz araştırma yapmayı, karar vermeden önce beklemeyi, gözlem yapmayı ve en zor olan "okuma"yı maliyetli bulmaktadır. Peki neden? Çünkü zaman kıymetlidir. Çağımızın sloganı olan bu "kıymetli zaman" paradoksu her insanın hak verebileceği cinsten bir argümandır. Kimse kendini değersiz, boş beleş görmediği için kısıtlı zamanına değer biçerken kendini bilim insanı gibi görür. Yeni tanıştığı biriyle samimi olması için müstakbel dostunun, muhafazakar ve dini bir altyapıya sahip olması gerektiğini (ya da yenilikçi ve laik) düşünen kişi karşısındakiyle siyasetten, dinden konuşmak yerine memleketini sorarak kararını verir. Diğer örnekte ise bir aylık maaşını oluşturan bilgisayarı almak için insanlar uzun detaylı araştırmalar yerine reklamlara göre karar verebilmektedir. Arta kalan zamanda tanrı parçacağının bulunması için CERN'deki görevine geri dönecek bilim insanımızın elbette müstakbel muhafazakar arkadaşına veya kaliteli donanıma ve uzun ömürlü kullanılabilirliğe sahip bilgisayarına harcayacak vakti sınırlıdır.

Reklamcılık insanların bu zaafı nedeniyle ortaya çıkmıştır. Aynı özelliği haiz ürünleri tüketiciye farklı göstererek hem satışları, hem ürün fiyatını hem de ciroyu artıran bu sektörde insan beyninin tembelliğinden kaynaklı açıklarını çözmek için yapılan AR-GE çalışmasının ve modellemelerin haddi hesabı bulunmamaktadır. Ortada bir zaaf ve bunun ekonomik sonuçları varsa bundan faydalanmak ve sömürmek isteyeceklerin olması da kaçınılmazdır. Bu sebeple reklamcıları da anlayışla karşılamamız gerekir. Reklamlara ödün vermeyerek bilinçli tüketici olabilseydik, firmalar da, reklam giderlerini ürün kalitesini artırmaya yönelik olarak kullanabilirlerdi. Bırakın firmaları söz konusu zaafı avantaja çevirmek için bizler dahi en basit futbol sohbetlerinde cümleye "Bir Galatasaraylı olarak..." diye girerek dinleyici kitlesinin zihinlerine kendi hazır etiketlerimizle girmek istemez miyiz? "Bak Galatasaray'ı eleştirip, yerden yere vururken bunu en objektif halimle, bir Galatasaraylı olarak yapıyorum. Daha ne kadar inandırıcı olabilirim ki?" oltası atmıyor muyuz? Hem de bu oltaya gelmeyecekler gözünde itici, hesapçı olarak görülmeyi göze alarak...

Beni daha fazla rahatsız eden ise, insanların ceplerindekini aşıran kurnaz reklamcılar, şirketler ya da elbette "etiketimle geldim. sen yorulma ey yorgun beyin" diyerek egosunu tatmin eden spor/siyaset yorumcuları değil. Şu an bence en tehlikeli süreç bilginin de hap olarak pazarlanmaya başlamasıdır. Az lafla hatta harfle dünyanın meselesini anlatma, ya da dünya meselelerini bu şekilde üretilmiş aforizmalardan öğrenmeye çalışan gençler en büyük tehlikedir. 140 karakteri savunurken "İnsanlar artık hızlı yaşıyor, hızlı tüketiyor ve bu verimliliği artırıyor. Çünkü zaman değerli" söylemleri "140 karakter"leri okumak için mauz kalınan tonlarca mesnetsiz bilgiyi, değersiz lakırdıyı, safsatayı göz ardı etmektedir. Teyit edilmemiş tonlarca bilgiyi saatlerce okuyarak fırsat maliyeti olarak gördüğü kitaplardan alınacak bilginin zerresini edinemeyen gençlerdir geleceğe endişeyle bakmamızın sebebi. Bir de bunun yanında twitter'dan bile bihaber okumayan gençlik var tabii. Onlar her zaman vardı. Sorun açgözlü sistemin gözlerini okuyanlara da dikmesidir.

Sonuç olarak, yapılması gereken kitaplara, araştırmaya ve doğruyu bulmak için düşünmeye daha çok sarılmaktır. Varsın, zamana yenik düşelim. Araştırmak, okumak ve düşünmek bir yaşam biçimidir. Hiçbir geçici başarı ve getiri bu yaşam biçiminin bize ve insanlığa katacağı yarardan daha önemli olamaz. Etiketlerimiz ise çoğu zaman el feneri ışığıyla araba kullanmaya benzer. Farlarımızı açmayı hatta arada uzunları yakmayı unutmayın.Yazıyı Barış Bıçakçı'nın güzel kitabı Sinek Isırıklarının Müellifi'nden bir aforizmayla bitirerek ironiye yelken açalım:

 "Evrendeki en bol iki elementin hidrojen ve helyumun aynı zamanda en hafif iki element olması her şeyi açıklıyor zaten. Böyle hafif bir evrende anlam ne arasın? Anlam ağırdır.. Dibe çöker. Falcılar bu nedenle kahvenin telvesine bakarlar."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder