Eskiden Siyaset Meydanı vardı. Tribün ekolüyle insanların beyinleri sünger kıvamına gelene kadar sayısız konuk konuşturulur, memleket siyasetten soğutulurdu. "Ben bir tespit yapacağım Ali Bey" diyen ortaya atıyordu kendini. Şimdilerde rafine insanlar tartışma programlarını süslüyor. Kimi kanallarda aynı görüşü savunan amigolar kendi çalıp kendi oynuyor, bazılarında ise X görüş vs. Y görüş savaşı alabildiğine kanlı yaşanıyor. Kamera karşısında kimi zaman 4 kimi zaman değişik stüdyolardan katılımlarla sayısı 10'u bulan konuk evlerimize giriyor. Fakat bu sayılar sizleri kandırmasın. O tartışma programlarında yüzlerce insan ve söz konusu programların değişmez ve kadim katılımcısı Google oluyor.
Nasıl mı? X görüşünden olan mücahitimiz sıra kendine gelince açıyor ağzını yumuyor gözünü. Y görüşünden olan konuşurken, pür dikkat dinliyor. Aynı saftan arkadaşı konuşurken ise abanıyor telefonuna. Sıra kendisine gelene kadar sabahtan yedi düvele haber salma yoluyla arkasında topladığı mahaberat ordusundan gelen bilgileri süzüp kendine en uygun argümanları derleyerek sıra kendisine geldiğinde, hafızasının ne kadar kuvvetli, külliyata ne kadar hakim ve biraz önce Y görüşünden dem vuran katılımcının ne kadar yanlış bir insan olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Benim bir tespitim olacak: Alayınız kolpasınız.
cmzrfdl
22 Şubat 2014 Cumartesi
30 Ocak 2014 Perşembe
Alevi Dedeleriyle Kerbela, Necef, Umre Keyfi
“Hak
verilmez, alınır” düsturu çoğu zaman agresif bir çıkış olarak algılanmıştır.
Ülkemizde ise “Bir şey hak ise, o zaten verilmiştir. Bunun haricinde verilecek
şey de yoktur” yaklaşımı hakim olduğundan, hak arama girişimleri çoğu zaman
nankörlük, kadir kıymet bilmezlik ve anarşistlik (burada kelimenin sözlük
anlamından değil, Türkiye’de yerleşmiş “şeytani ve cezalandırılması gereken
ayrık otu” anlamından bahsedilmektedir) olarak algılanmıştır. Devlet Baba en
iyisini düşündüğünden, verilmemiş hak yoktur. Eksikliği hissedilen şey ise;
Türk Halkı için ayrıştırıcı, birlik ve bütünlüğü zedeleyici ve ladini olmalıdır
ki devlet onu kasten bizlere layık görmemiştir. Bunun aksini düşünmeye gerek
dahi yoktur.
Ülkemizin
sünni, Türk ve erkek seçkinleri yanında ötekileştirilen topluluklar arasında
yer alan alevilerin yaşam alanları da elbette devletin çizdiği dar çizgiler
içerisinde şekillenmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında beri alevilere tanınmış
hak ve özgürlükler, dönemin konjonktürüne göre değişim göstermiştir. Zaman
zaman terörist ilan edilip, tepelerine bomba yağdırarak “Dersim’e medeniyet
götürüldüğü” iddia edilmiş, zaman zaman içinde bulundukları otel ateşe
verilmiş, bazen de cem evleri cümbüş ortamına benzetilmiş ama en çok da senede
bir kez muharrem ayında iftar sofraları onurlandırılıp tıkınarak devlet – alevi
toplum ilişkileri şekillendirilmiştir. Toplum nezdinde ise ötekileştirmeye
sevdalı dünyamızda aleviler hiçbir zaman inkar edilmemiştir. Zira ortamda aşırı
dini hassasiyetler yoluyla husumeti yönlendirecek taraflar (ermeniler, rumlar)
çoktan bertaraf edildiği için alevileri sarıp sarmalamıştır bu halk. Memleket
ve isim kombinasyonlarıyla yuvalarında saklanmaya çalışan korkak alevileri
deşifre ederek, en iyi senaryo olarak “Hz. Ali, Peygamber efendimizin amcaoğlu,
üstüne üstlük ilk inananlardan biri iken siz nasıl olur da namaz kılmazsınız?”
tarzında sorulara muhatap bırakılmışlardır.
Devletimiz son dönemlerde, demokratikleşir gibi görünme sevdasına
girmiştir. Daha iyimser bir bakış açısıyla demokratikleşmeye yeltenip ardından
bu sürecin “Ne yapalım yani şimdi eşcinseller de özgürlük istiyor. Onlara da mı
özgürlük verelim?” noktasına gelmesiyle beyin lobları yerine testis taşıdığına
inandığımız devlet aklı mavi ekran vermiştir. Ülkemizde fizibilite
çalışmalarından, projelerden ve etütlerden yoksun iş yapıldığına; çoğu zaman
kervanın yolda düzüldüğüne alışmıştık ama demokrasinin zerresinden nasibini
almayan bakış açısıyla girişilen hamlelerin komedisini izlemek de yine bizlere
düşmüştür.
Bu bağlamda, en temel hak ve özgürlük ihlalleri dağ gibi karşımızda
duruyorken demokrasi paketleri tıpkı ar-gesi yapılıp tamamlanan ve nihai hali
belli olan; fakat gıdım gıdım versiyon artışlarıyla müşterilere sunulan bir
bilgisayar programı gibi halka sunuldu. Kürtçe hala devlet nezdinde kabul
edilmemiştir; fakat bu sorunu kişisel gelişim faaliyeti olarak düşündüğü
görünen hükümet Kürtçeyi seçmeli ders ilan etmiştir. Anadilinde eğitim almak
isteyen halka seçmeli kürtçe dersi verecek kadar laubali değildir herhalde
devlet büyüklerimiz. Olsa olsa kendi evlatlarına “Sanmam, ama olur da kürtçe
öğrenmek istiyorsan al sana özgürlük” demiştir. Alevilerin ise en temel isteği
Diyanet’in lağvedilmesi veya bu yapılamıyorsa eşitlik sağlanarak cem evlerinin,
ibadethane statüsü kazanarak, dedelerin de maaş alabilir hale getirilmesiydi.
Bu sorun gayet net bir şekilde ortadayken Başbakanımız yeri geldiğinde alevinin
önde gideni, bayrak sallayanı olduğunu gayet fikri ve zikrini belli eder
şekilde ön koşula bağlayarak “ne şiş yansın ne kebap” yolunu seçmiştir.
Alevileri, sünni Müslümanların mütemmim cüz-ü ve hatta haddi
bildirilerek, doğru yola sapması konusunda kılavuzluk edilmesi gereken özünde
Müslüman kimseler olarak tanımladıkları için, bu devlet, bu sorunu çözmekte
ilelebet başarısız olacaktır. Kritik seçim dönemlerinde ağızlarına bal
çalınmaya çalışan alevilerden ne kadar oy koparırlar bu tabii ki bilinmez ama
aklıselim sahibi her vatandaş yaşanan ikiyüzlülüğü muhakkak görecektir. Yakın
zamanda Fethullah Gülen Cemaati’nin cami-cem evi projesine alevi kesimden bile
destek gelmiş, Ahmet Hakan’ın da aralarında bulunduğu bir grup köşe yazarı da
alevileri “İstemezük”çü kronik muhalifler olarak ilan etmişti. O günün
şartlarında derdimizi anlatamamıştık; bugün ise sanırım herkes meramımıza kulak
kabartacak; hatta o gün derdimizi anlamayanlar bugün yapılmaya çalışılanın bir
kumpas olduğunu bile dile getirecek kadar aydınlanma yaşamışlardır. Söz konusu
projede, cem evlerinin özerk yapısı vurgulanmaksızın, caminin kanatları altına
alınarak şevkat gösterilen Alevilik, meşruiyetini yine cami üzerinden
sağlamaktaydı. Cemaat şayet; Aleviliğin, sünni Müslümanlıktan bağımsız
olduğunu, ritüellerinin ve bir çok inancının benzeşmediğini, projenin Cami-
Sinagog veya Cami – Kilise projesi kadar inançlara hoşgörüyü ve ötekiye
tahammülü simgelediğini bir şekilde belirtebilseydi, en ön sıralarda destekçi
olabilirdik pek ala. İkinci aykırı nokta ve bugün düşüncelerimize hak verecek
çoğunluğa sahip olmamıza sebep çarpıklık ise cemaatin sıfatıydı. Alevilerin, en
temel insani hakkını ve eşit yurttaşlık talebini kabul ettireceği makam
devlettir. Cemaat gibi kapalı kapılar ardında, sinsice işini gören ve hiçbir
yerde tüzel kişilik ve hukuki iz bırakmayan yapılanmayla alevi toplumunun
kaybedecek zamanı bulunmamalıydı.
Bu sefer de vicdan ve merhamet konusunda dünya cimrilik endeksinin
tepesine oynayan hükümetimiz alevilere güzellik düşünmüş. Evet güzellik. Daha resmi
ve devlet nezdinde kabul görecek şatafatlı bir tabir bulamadım. Alevi
dedelerini Kerbela, Necef ve nihayetinde pek tabii ki Umre’ye götürecek Kültür
Turizm Bakanlığı yine alevi cemaatini ihya etme çabalarına girişmiştir.
Aleviliği kati suretle sünni Müslümanlığın kapsama alanı altından
uzaklaştırmadan yeni bir havuç uzatmaktadır hükümet. Tıpkı en çok harcama yapan
müşterisine ödül sunan kapitalist akıl gibi, alevi dedelerini beş yıldızlı konfor
ile önce dini değerlerinin özünü oluşturan yerlere devlet gözetiminde götürüp,
ardından bir de Umre cilasıyla ülkeye getirecek olmanın müteşebbis gururunu
yaşamaktadır. Hem hak ve özgürlük talepleri sayısız kere cevapsız kalan ve
bunun farkında olan halka “Bunlar eskiden dile getirilemezdi. Şimdi dedeleriniz
adam yerine konuluyor, en lüks hizmeti alıyor. Daha ne istiyorsunuz?” denecek,
hem de seçim maratonunda olur da koparabilirse üç-beş oyun huzurunu
yaşayacaktır. Üstelik kampanya 100 dede üzerinden yürütüldüğünde fayda-maliyet
analizlerinde bakiye hep pozitif görünecektir. Vicdansızlığı ve halkı
kandırmaya çalışmanın bugünkü değere indirgenmiş utancı ise her zaman olduğu
gibi göz ardı edilecek nitelikte görülmüş olmalı…
25 Ocak 2014 Cumartesi
UTANÇ DUYUYORUM! - Hrant Dink Cinayetinin Yargısı - Fethiye Çetin
Türkiye'de Hrant Dink cinayeti hakkında "Allah Rahmet Eylesin"den, "Su testisi su yolunda kırılır" diyene, "Yazık oldu zavallı adama" diyenden "Hrant'ı Devlet öldürdü" diyenlere kadar geniş bir yorum skalası mevcut. Ülke geneli ve kamuoyuna yansıtılanlar açısından sanırım ilk iki yorumu benimseyenler çoğunlukta. Bununla birlikte Devlet'i cinayetten sorumlu tutanların da büyük bölümü, karanlık güçlerle ve aşırı milliyetçi insanlarca öldürüleceği ortada olan birinin Devlet tarafından korunmadığı ve göz göre göre ölümüne göz yumulduğu şüphesini taşırlar. Cinayet mahalinde elinde silahla yanaşan katili görüp kafasını farklı yöne çeviren polise benzetilmektedir Devlet. Oysa bu kitap, anlattıklarıyla elinde silahıyla yaklaşanın bizzat Devlet olduğuna dair insanın kanını donduracak derecede vahim gelişmeleri göz önüne sermekle yetinmeyip, karartılan delilleri ve soruşturulmayan onlarca şüpheli şahıs/olay/tanığın hikayesini gözler önüne sermektedir. Bırakın Hrant Dink'in öldürülmesini, cinayet öncesi yaşananları okuyunca gözleriniz doluyor, sinirden kaskatı kesiliyor, kitaba ara verip uzun düşüncelere dalıyorsunuz. İçerikle ilgili daha fazla bilgi vermeden, söyleyebileceğim şudur: Her Türk vatandaşı bu kitabı okumalıdır. Senelerce aşılanan milli tarihin, cehaletin, kandırmacanın diyetini bu kitapla ödemeye başlayabilirsiniz. En çok da gençlere okutulmalıdır bu kitap. İçinde yaşanılan ülkenin ne olup olmadığını anlayabilme konusunda başucu eseridir.
20 Ocak 2014 Pazartesi
Bana bunlarla gelmeyin
Yerel seçimlere yaklaşılırken, toz duman arasında görünemeyen ve 3 ay önce olsa gündem oluşturabilecek lakırdıdır bugünkü konum: CHP'li aday Mustafa Sarıgül'e karşılık HDP'nin eş adayı Sırrı Süreyya Önder'e karşı geliştirilen eleştiriler.
Sırrı Süreyya Önder, hayatının hiçbir döneminde maruz kalmadığı kadar eleştiri oklarının hedefindedir bugünlerde. TOKİ'den ev alması, belediyeciliğin, yönetmenliğe ve duygu dolu konuşma yapmaya veya yazı yazmaya benzemediği, Abdullah Öcalan'la çıkan canciş fotoğrafları, Gezi Olayları sürecinde takındığı öncü fakat daha sonrasında "la noliy?" diyerek ortadan kaybolan tavrı ve aralarında en tırt eleştiri olarak da yoğun şekilde şiveli aksanıyla konuşması... Sırrı Süreyya'yı itin götüne sokmak için aklıma gelmeyen onlarca argüman daha sıralanabilir. Her politikacı lider gibi, Sırrı Bey de seçim öncesi itibarsızlaştırma kampanyalarına göğüs germekle uğraşmaktadır. Herbir eleştiri haklı veya haksız olabilir. En azından tartışmaya değerdir (benim yazdıklarımdan sonuncusu hariç). Bunlardan farklı olarak benim değinmek istediğim ise kaderin bir cilvesi olarak HDP-BDP çizgisinin bir kez daha "bölücü" olarak nitelendirilmesidir. Bu sefer iddianın kaynağını CHP'nin yıllar sonra ilk kez İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bu denli yaklaşmasına rağmen ortaya çıkan oy bölücü potansiyeli olan tehdittir.
Ölümü gösterip, sıtmaya razı olmayı salık verme konusunda kısırlık yaşamayan Türkiye siyasi tarihi, Ak Parti'nin saf dışı kalması uğruna gösterilmesi gereken özveriler konusunda insanlarımızı yine sorumlu kılmaktadır. Hem de ne sorumluluk. Solculuğun CHP çatısı altında yekpare bir güç olarak birleşmesini salık veren eleştirmenler, sol düşünce ile CHP'yi hangi nesnel koşullarda bir araya getirdiklerini sorunca teferruatlarla uğraşmadan Ak Parti tehlikesine karşı örgütlenmenin en iyi bu şekilde başarıya ulaşacağını dile getirmektedirler.
Yıllardır çoğunluğun, azınlık üzerindeki hegemonyası üzerinden demokrasi vurgusu yapan CHP, bu seçimlerde HDP seçmeninden Ak Parti tehlikesine karşı kendi çatısı altında birleşme umudu taşımaktadır. Demokrasi, toplumu oluşturan tüm fertlerin Devlet yönetimine mümkün olduğunca katılımını sağlayan bir yapı ise CHP'nin tavrı ne anlama gelmektedir? "Hele bir sorunu çözelim, bakın o zaman demokrasinin daniskasını getireceğiz bu ülkeye" mi denilmek isteniyor? Eğer motivasyon bu olacaksa, CHP geçmişinin bu iddianın altını doldurmak konusunda ne denli başarısız olduğunu hatırlatmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Ak Parti'nin ileri demokrasi projesine, "Sandık demokrasi değildir, demokrasi aslında azınlıkta kalanların hak ve özgürlüklerinin ne denli korunduğunu belirleyen çoğulcu demokrasi ile mümkündür" tezi CHP'liler tarafından öne atıldı. Ardından HDP'yi destekleyecek seçmenleri solun oylarını bölmeme adına kendilerinin mütemmim cüzü olarak gören CHP'lilere HDP'liler "Değil mütemmim cüzünüz olmak, adımızın yan yana anılmasına tahammülümüz yok." dediler. Eminim ki, su biraz daha kaynasa HDP'lilere birisi çıkıp "Demokrasi silahla özgürlük arayışı değildir. Siz demokrasiden ne anlarsınız?" diyecek.
Demokrasinin özüne, çekirdeğine inebilmek için daha kaç tane kontra soruyla muhatap olmamız gerekiyor? Daha ne kadar yol kat etmeliyiz? "Demokrasinin aslında o kadar da iyi bir sistem olmadığını, kötünün iyisini olduğu"nu dillendirebilmek için bu denli anti demokratik uygulamaların kucağında olmamalıyız.
Türkiye'de sayısı az olsa da sosyalist bir seçmen tabanı, ezildiğinin farkında olan işçiler ve Güneydoğu-Doğu Anadolu Bölgeleri haricine yayılmış kürt ve nihayetinde parmakla sayılan gayrimüslim seçmenler mevcuttur. Bu insanların sorunlarını, beklentilerini, umutlarını çoğu zaman kitle partileri görmezden gelmiş hatta kendi tabanlarına şirin görünmek için azınlıkta kalan bu vatandaşların aleyhine kendi seçmenlerini muktedir kılmışladır. Ötekileştirilen, görmezden gelinen, sorunlarına çözüm bulunmak şöyle dursun nefret unsuru haline getirilen bu insanların karşısına Ak Parti karakoncolos gibi sunulmuş, karşılığında CHP'ye oy vermeleri istenmiştir. Bu tablonun 12 Eylül'de Darbe Anayasasını aklamak için vatandaşın önüne sandık koyarak "Ya evet der sürünerek yaşarsınız, ya da neye maruz kalacağınız konusunda ben garanti veremem" demekten farkı var mı? Ben bilemedim. Bir CHP'li için farkı olabilir elbette. Ama empati yaparak kendinizi bizatihi CHP'nin mağdur ettiği insanların yerine koyarsanız işin rengi değişmektedir.
İkinci ve daha sinir bozucu argüman ise solculuğun analitik yanının olması gerektiği; fakat Türkiye'deki solcuların bundan yoksun olduğu tezidir. Bu boşboğazlığı yapanlar, HDP'nin seçimleri kazanmayacağını, buna rağmen HDP seçmeninin hangi akla hizmet bu partiye oy verdiğini anlamamaktadır. Öğrencilik yıllarımda, almış olduğum hukuk derslerinden birinde o zamanlar ulusalcı takılan fakat daha sonrasında televizyonlarda hükümet şakşakçılığı yaparak yolunu bulmaya çalışan bir akademisyenin "Canım, 70'lerin sonundaki solcular da gerçekten zıvanadan çıkmıştı. Kendi ülkesinde kan gövdeyi götürürken onlar sokağa çıkıp, Güney Amerika'da öldürülen işçiler için eylem yapabiliyordu. Bu kadar da akıl mantık dışı davranılmaz ki" demişti. Söz alarak kendisine "4 tabanında sorulan bir matematik sorusunu 10 tabanında işlem yapmaya çalışarak çözmeye kalkıştığını, o zamanlarda eylemi yapan solcuların kendisi gibi kar-zarar, fayda-maliyet analizi yaparak eyleme kalkışmadıklarını enternasyonel bir kurtuluş özlemi içinde oldukları için ülkelerinde yaşananlar kadar dünya genelinde yaşanan gelişmelere duyarsız kalmadıklarını" belirtmiştim. Piyasa ekonomisi ve salt kar amacıyla hareket etmeye şartlandırılarak yoğurulmuş beyinlerimizle, vicdani sorumluluğuyla hareket edenleri yargılamak vicdansızlığın en büyüğüdür.
Bugün de, HDP'nin seçimi kazanamayacağı realitesinden CHP'nin seçimi kazanma umuduna yelken açmak isteyenler arasında 1 Mayıs'ta her yıl düzenli şekilde dayak yiyenleri stockholm sendromuna yakalanmakla suçlayanlar, Ali Ağaoğlu'nu üniversitesinden kovmak isteyen eylemciye "Ne de bet sesliymiş, ayrıca solcu kızlar neden hep kara kuru ve çirkin olabiliyor?" diyenler, "Hepimiz Hrant'ız" diyenlere "Bülent Ersoy öldürülürse hepiniz Bülent Ersoy olacak mısınız?" diyerek gevrek gevrek gülenler bulunmaktaydı.
Sosyal bilimlerde analitik düşünce olarak saydığınız çoğu şeyin, bir gün karşınıza palavra olarak çıkma olasılığı hep vardır. İnsan öldürmeyi hobiler kısmında özgeçmişine eklemiş Devletin yönettiği memlekette, insanlar sesini çıkarmak yerine bağrına taş basmayı alışkanlık haline getirmişken, Gezi Parkı'nda kesilen ağaçların Cumhuriyet tarihindeki en büyük eylemlerden birine önayak olabileceğine kim inanırdı? Analitiği bunun neresine koyabilirsiniz? HDP'ye oy verenlerin inancı bir gün tıpkı Gezi'de olduğu gibi insanların uykularından uyanarak, kendilerine dayatılan ölüm-sıtma ikileminden sıyrılarak vicdanlarının sesini dinlemeleridir. Kim bilir rasyonelcilere göre bu da bir ütopyadır belki.
Kaldı ki, demokratik ortamlarda seçim sadece kazananı belirlemek için mi yapılır? Maç mı bu? Kaybeden sıfır mıdır? Yok mudur hiç? Belediye başkanı varsa belediye meclisi yok mudur? %10 barajı diye ağlayan CHP acaba tek başına iktidara gelse bu oranı aşağı çekerek BDP-HDP grubunun bağımsız adaylarla çalıyı dolaşmadan meclise girmelerine ön ayak olmak ister mi yoksa, "Bölünmeyelim" tezi mi atılır yeniden ortalığa?
CHP'lilerin DSP zamanında bu yana gelen "Birleşin. Oylar bölünmesin" paranoyası, çaresizliğin göstergesidir. DSP'nin küllerini içine alarak tarihin tozlu sayfalarına gömen CHP yeni kurbanlar aramaktadır. Aslında CHP'nin kodlarına en çok uyan, aynı kaygıları güdüp çok az konuda farklılaşan bir parti varsa bu da MHP'dir. Milliyetçilik ve militarizm konusunda birbirinden geri kalmayan söz konusu iki oluşum din konusunda belirli tavizler vererek pek güzel bir izdivaça yelken açabilir. Mansur Yavaş'ı eleştiren CHP'liler var, anlamakta zorluk çekiyorum. Beyaz TV'nin ortaya attığı görüntülerde Mansur Yavaş, Deniz Gezmiş'e hakim katili dedi diye CHP'lilerin galeyana gelmesi beklenmiş. Deniz Gezmiş'in yolu ile CHP'nin yolu nerede kesişiyor?
Sırrı Süreyya Önder, hayatının hiçbir döneminde maruz kalmadığı kadar eleştiri oklarının hedefindedir bugünlerde. TOKİ'den ev alması, belediyeciliğin, yönetmenliğe ve duygu dolu konuşma yapmaya veya yazı yazmaya benzemediği, Abdullah Öcalan'la çıkan canciş fotoğrafları, Gezi Olayları sürecinde takındığı öncü fakat daha sonrasında "la noliy?" diyerek ortadan kaybolan tavrı ve aralarında en tırt eleştiri olarak da yoğun şekilde şiveli aksanıyla konuşması... Sırrı Süreyya'yı itin götüne sokmak için aklıma gelmeyen onlarca argüman daha sıralanabilir. Her politikacı lider gibi, Sırrı Bey de seçim öncesi itibarsızlaştırma kampanyalarına göğüs germekle uğraşmaktadır. Herbir eleştiri haklı veya haksız olabilir. En azından tartışmaya değerdir (benim yazdıklarımdan sonuncusu hariç). Bunlardan farklı olarak benim değinmek istediğim ise kaderin bir cilvesi olarak HDP-BDP çizgisinin bir kez daha "bölücü" olarak nitelendirilmesidir. Bu sefer iddianın kaynağını CHP'nin yıllar sonra ilk kez İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bu denli yaklaşmasına rağmen ortaya çıkan oy bölücü potansiyeli olan tehdittir.
Ölümü gösterip, sıtmaya razı olmayı salık verme konusunda kısırlık yaşamayan Türkiye siyasi tarihi, Ak Parti'nin saf dışı kalması uğruna gösterilmesi gereken özveriler konusunda insanlarımızı yine sorumlu kılmaktadır. Hem de ne sorumluluk. Solculuğun CHP çatısı altında yekpare bir güç olarak birleşmesini salık veren eleştirmenler, sol düşünce ile CHP'yi hangi nesnel koşullarda bir araya getirdiklerini sorunca teferruatlarla uğraşmadan Ak Parti tehlikesine karşı örgütlenmenin en iyi bu şekilde başarıya ulaşacağını dile getirmektedirler.
Yıllardır çoğunluğun, azınlık üzerindeki hegemonyası üzerinden demokrasi vurgusu yapan CHP, bu seçimlerde HDP seçmeninden Ak Parti tehlikesine karşı kendi çatısı altında birleşme umudu taşımaktadır. Demokrasi, toplumu oluşturan tüm fertlerin Devlet yönetimine mümkün olduğunca katılımını sağlayan bir yapı ise CHP'nin tavrı ne anlama gelmektedir? "Hele bir sorunu çözelim, bakın o zaman demokrasinin daniskasını getireceğiz bu ülkeye" mi denilmek isteniyor? Eğer motivasyon bu olacaksa, CHP geçmişinin bu iddianın altını doldurmak konusunda ne denli başarısız olduğunu hatırlatmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Ak Parti'nin ileri demokrasi projesine, "Sandık demokrasi değildir, demokrasi aslında azınlıkta kalanların hak ve özgürlüklerinin ne denli korunduğunu belirleyen çoğulcu demokrasi ile mümkündür" tezi CHP'liler tarafından öne atıldı. Ardından HDP'yi destekleyecek seçmenleri solun oylarını bölmeme adına kendilerinin mütemmim cüzü olarak gören CHP'lilere HDP'liler "Değil mütemmim cüzünüz olmak, adımızın yan yana anılmasına tahammülümüz yok." dediler. Eminim ki, su biraz daha kaynasa HDP'lilere birisi çıkıp "Demokrasi silahla özgürlük arayışı değildir. Siz demokrasiden ne anlarsınız?" diyecek.
Demokrasinin özüne, çekirdeğine inebilmek için daha kaç tane kontra soruyla muhatap olmamız gerekiyor? Daha ne kadar yol kat etmeliyiz? "Demokrasinin aslında o kadar da iyi bir sistem olmadığını, kötünün iyisini olduğu"nu dillendirebilmek için bu denli anti demokratik uygulamaların kucağında olmamalıyız.
Türkiye'de sayısı az olsa da sosyalist bir seçmen tabanı, ezildiğinin farkında olan işçiler ve Güneydoğu-Doğu Anadolu Bölgeleri haricine yayılmış kürt ve nihayetinde parmakla sayılan gayrimüslim seçmenler mevcuttur. Bu insanların sorunlarını, beklentilerini, umutlarını çoğu zaman kitle partileri görmezden gelmiş hatta kendi tabanlarına şirin görünmek için azınlıkta kalan bu vatandaşların aleyhine kendi seçmenlerini muktedir kılmışladır. Ötekileştirilen, görmezden gelinen, sorunlarına çözüm bulunmak şöyle dursun nefret unsuru haline getirilen bu insanların karşısına Ak Parti karakoncolos gibi sunulmuş, karşılığında CHP'ye oy vermeleri istenmiştir. Bu tablonun 12 Eylül'de Darbe Anayasasını aklamak için vatandaşın önüne sandık koyarak "Ya evet der sürünerek yaşarsınız, ya da neye maruz kalacağınız konusunda ben garanti veremem" demekten farkı var mı? Ben bilemedim. Bir CHP'li için farkı olabilir elbette. Ama empati yaparak kendinizi bizatihi CHP'nin mağdur ettiği insanların yerine koyarsanız işin rengi değişmektedir.
İkinci ve daha sinir bozucu argüman ise solculuğun analitik yanının olması gerektiği; fakat Türkiye'deki solcuların bundan yoksun olduğu tezidir. Bu boşboğazlığı yapanlar, HDP'nin seçimleri kazanmayacağını, buna rağmen HDP seçmeninin hangi akla hizmet bu partiye oy verdiğini anlamamaktadır. Öğrencilik yıllarımda, almış olduğum hukuk derslerinden birinde o zamanlar ulusalcı takılan fakat daha sonrasında televizyonlarda hükümet şakşakçılığı yaparak yolunu bulmaya çalışan bir akademisyenin "Canım, 70'lerin sonundaki solcular da gerçekten zıvanadan çıkmıştı. Kendi ülkesinde kan gövdeyi götürürken onlar sokağa çıkıp, Güney Amerika'da öldürülen işçiler için eylem yapabiliyordu. Bu kadar da akıl mantık dışı davranılmaz ki" demişti. Söz alarak kendisine "4 tabanında sorulan bir matematik sorusunu 10 tabanında işlem yapmaya çalışarak çözmeye kalkıştığını, o zamanlarda eylemi yapan solcuların kendisi gibi kar-zarar, fayda-maliyet analizi yaparak eyleme kalkışmadıklarını enternasyonel bir kurtuluş özlemi içinde oldukları için ülkelerinde yaşananlar kadar dünya genelinde yaşanan gelişmelere duyarsız kalmadıklarını" belirtmiştim. Piyasa ekonomisi ve salt kar amacıyla hareket etmeye şartlandırılarak yoğurulmuş beyinlerimizle, vicdani sorumluluğuyla hareket edenleri yargılamak vicdansızlığın en büyüğüdür.
Bugün de, HDP'nin seçimi kazanamayacağı realitesinden CHP'nin seçimi kazanma umuduna yelken açmak isteyenler arasında 1 Mayıs'ta her yıl düzenli şekilde dayak yiyenleri stockholm sendromuna yakalanmakla suçlayanlar, Ali Ağaoğlu'nu üniversitesinden kovmak isteyen eylemciye "Ne de bet sesliymiş, ayrıca solcu kızlar neden hep kara kuru ve çirkin olabiliyor?" diyenler, "Hepimiz Hrant'ız" diyenlere "Bülent Ersoy öldürülürse hepiniz Bülent Ersoy olacak mısınız?" diyerek gevrek gevrek gülenler bulunmaktaydı.
Sosyal bilimlerde analitik düşünce olarak saydığınız çoğu şeyin, bir gün karşınıza palavra olarak çıkma olasılığı hep vardır. İnsan öldürmeyi hobiler kısmında özgeçmişine eklemiş Devletin yönettiği memlekette, insanlar sesini çıkarmak yerine bağrına taş basmayı alışkanlık haline getirmişken, Gezi Parkı'nda kesilen ağaçların Cumhuriyet tarihindeki en büyük eylemlerden birine önayak olabileceğine kim inanırdı? Analitiği bunun neresine koyabilirsiniz? HDP'ye oy verenlerin inancı bir gün tıpkı Gezi'de olduğu gibi insanların uykularından uyanarak, kendilerine dayatılan ölüm-sıtma ikileminden sıyrılarak vicdanlarının sesini dinlemeleridir. Kim bilir rasyonelcilere göre bu da bir ütopyadır belki.
Kaldı ki, demokratik ortamlarda seçim sadece kazananı belirlemek için mi yapılır? Maç mı bu? Kaybeden sıfır mıdır? Yok mudur hiç? Belediye başkanı varsa belediye meclisi yok mudur? %10 barajı diye ağlayan CHP acaba tek başına iktidara gelse bu oranı aşağı çekerek BDP-HDP grubunun bağımsız adaylarla çalıyı dolaşmadan meclise girmelerine ön ayak olmak ister mi yoksa, "Bölünmeyelim" tezi mi atılır yeniden ortalığa?
CHP'lilerin DSP zamanında bu yana gelen "Birleşin. Oylar bölünmesin" paranoyası, çaresizliğin göstergesidir. DSP'nin küllerini içine alarak tarihin tozlu sayfalarına gömen CHP yeni kurbanlar aramaktadır. Aslında CHP'nin kodlarına en çok uyan, aynı kaygıları güdüp çok az konuda farklılaşan bir parti varsa bu da MHP'dir. Milliyetçilik ve militarizm konusunda birbirinden geri kalmayan söz konusu iki oluşum din konusunda belirli tavizler vererek pek güzel bir izdivaça yelken açabilir. Mansur Yavaş'ı eleştiren CHP'liler var, anlamakta zorluk çekiyorum. Beyaz TV'nin ortaya attığı görüntülerde Mansur Yavaş, Deniz Gezmiş'e hakim katili dedi diye CHP'lilerin galeyana gelmesi beklenmiş. Deniz Gezmiş'in yolu ile CHP'nin yolu nerede kesişiyor?
12 Ocak 2014 Pazar
Beyin ve Etiket
Facebook'ta sürekli karşımıza çıkan ve beynimizin ne denli takdire şayan bir varlık olduğunu bize vurgulayan bazı anonim çalışmalar görüyoruz. Bir metinde kelimelerin ilk ve son harfleri olması gerektiği gibi, diğer harfler ise karışık (olması gerektiğinden farklı sırada) verilse de, ilk başta yaşanan anlık duraksamanın ardından, metni sular seller gibi okuyabildiğimiz için beynimizin sorun çözmedeki başarasına gönderme yapılmaktadır. Söz konusu garipliğin altında yatan, beynimizin hızla sorun çözme yetisi değil, tam aksine beynimizin tembel bir yapıda oluşudur. Aslında bizler normalde de yazıları, harf harf hece hece değil bir bütün halinde okuruz. Bunun için ortadaki harflerin karışmış olması beynimizi sekteye uğratmaya yetecek kadar büyük bir sorun değildir.
Bu basit örnekten yola çıkarak, günlük hayatta karşılaşılan sorunlarda da beynimizin kestirme yollar aradığını, sorunun ardında yatan doğru çözümü ve gerçek yanıtı bulmaktansa, çoğu zaman çok daha az maliyetli olan önyargılarla bezeli bir sonuca yelken açtığı görülmektedir. Beynin, işe yaramaz ve aciz olduğumu söylediğimi düşünmeyin. Elbette insan beyni yeryüzündeki en karmaşık ve üstün varlıktır. Fakat irade bu hazineyi çoğu zaman kestirme yollara sokarak, doğruluk ve gerçeklik kriterini genellikle göz ardı ederek sonuca ulaştırmaya çalışmaktadır. Bunun için kullanılan yönteme etiketleme veya olumsuz versiyonu için ise yaftalama tanımını uygun görebiliriz.
Sadece sesini duyabildiğimiz bir insan bize evrenin sırrını veriyor olsa dahi, içimizde beliren bir huzursuzluk evrenin sırrını dinleme konusundaki konsantrasyonumuzu kaybetmemize neden olacaktır. Tek başına ses, karşımızdaki insanı daha önceden kafamızda belirlenmiş ve sınırı keskin bir şekilde çizilmiş profil şablonlarına indirgememize ve bu yolla söylenenleri söz konusu şablonun önkabullerine göre değerlendirmemize mani olmaktadır. Kontrol bizde olmadığı için huzursuzluk kendini gösterecektir. Etiketlemek için görsellik olmazsa olmazlarımızdandır. Muhatap olduğumuz kişinin fiziksel yapısı, kıyafeti, mimikleri, teninin rengi daha insan konuşmaya başlamadan kafamızda öyle bir değerlendirme mekanizmasından geçer ki, bazı insanların kafada oluşan bu önizlenimi değersiz kılabilmesi için belagat sanatını ve bilgi birikimini ustaca kullanması gerekir.
Bu profiller, etiketler elbette kullanışsız değildirler. Çünkü yıllarca edinilmiş tecrübeyi, gözlemleri ve içinde yaşanılan toplumun değer yargılarını taşırlar. Çoğu zaman bizi yarı yolda bırakmayıp, başarılı sonuçlara da götürebilirler. Sorun, etiketleme işlemenin yardımcı bir kaynak olma özelliğini aşıp, nihai karar mekanizmasının temelini hatta kelimenin tam anlamıyla kendisini oluşturmasıdır. Bahsettiğim tehlikeli son aşama; beyni, zigon olarak kullanılan bir bilgisayar kasasına benzetmektir.
Kestirme yollara sapmada eşsiz bir hüner gösteren beynimiz araştırma yapmayı, karar vermeden önce beklemeyi, gözlem yapmayı ve en zor olan "okuma"yı maliyetli bulmaktadır. Peki neden? Çünkü zaman kıymetlidir. Çağımızın sloganı olan bu "kıymetli zaman" paradoksu her insanın hak verebileceği cinsten bir argümandır. Kimse kendini değersiz, boş beleş görmediği için kısıtlı zamanına değer biçerken kendini bilim insanı gibi görür. Yeni tanıştığı biriyle samimi olması için müstakbel dostunun, muhafazakar ve dini bir altyapıya sahip olması gerektiğini (ya da yenilikçi ve laik) düşünen kişi karşısındakiyle siyasetten, dinden konuşmak yerine memleketini sorarak kararını verir. Diğer örnekte ise bir aylık maaşını oluşturan bilgisayarı almak için insanlar uzun detaylı araştırmalar yerine reklamlara göre karar verebilmektedir. Arta kalan zamanda tanrı parçacağının bulunması için CERN'deki görevine geri dönecek bilim insanımızın elbette müstakbel muhafazakar arkadaşına veya kaliteli donanıma ve uzun ömürlü kullanılabilirliğe sahip bilgisayarına harcayacak vakti sınırlıdır.
Reklamcılık insanların bu zaafı nedeniyle ortaya çıkmıştır. Aynı özelliği haiz ürünleri tüketiciye farklı göstererek hem satışları, hem ürün fiyatını hem de ciroyu artıran bu sektörde insan beyninin tembelliğinden kaynaklı açıklarını çözmek için yapılan AR-GE çalışmasının ve modellemelerin haddi hesabı bulunmamaktadır. Ortada bir zaaf ve bunun ekonomik sonuçları varsa bundan faydalanmak ve sömürmek isteyeceklerin olması da kaçınılmazdır. Bu sebeple reklamcıları da anlayışla karşılamamız gerekir. Reklamlara ödün vermeyerek bilinçli tüketici olabilseydik, firmalar da, reklam giderlerini ürün kalitesini artırmaya yönelik olarak kullanabilirlerdi. Bırakın firmaları söz konusu zaafı avantaja çevirmek için bizler dahi en basit futbol sohbetlerinde cümleye "Bir Galatasaraylı olarak..." diye girerek dinleyici kitlesinin zihinlerine kendi hazır etiketlerimizle girmek istemez miyiz? "Bak Galatasaray'ı eleştirip, yerden yere vururken bunu en objektif halimle, bir Galatasaraylı olarak yapıyorum. Daha ne kadar inandırıcı olabilirim ki?" oltası atmıyor muyuz? Hem de bu oltaya gelmeyecekler gözünde itici, hesapçı olarak görülmeyi göze alarak...
Beni daha fazla rahatsız eden ise, insanların ceplerindekini aşıran kurnaz reklamcılar, şirketler ya da elbette "etiketimle geldim. sen yorulma ey yorgun beyin" diyerek egosunu tatmin eden spor/siyaset yorumcuları değil. Şu an bence en tehlikeli süreç bilginin de hap olarak pazarlanmaya başlamasıdır. Az lafla hatta harfle dünyanın meselesini anlatma, ya da dünya meselelerini bu şekilde üretilmiş aforizmalardan öğrenmeye çalışan gençler en büyük tehlikedir. 140 karakteri savunurken "İnsanlar artık hızlı yaşıyor, hızlı tüketiyor ve bu verimliliği artırıyor. Çünkü zaman değerli" söylemleri "140 karakter"leri okumak için mauz kalınan tonlarca mesnetsiz bilgiyi, değersiz lakırdıyı, safsatayı göz ardı etmektedir. Teyit edilmemiş tonlarca bilgiyi saatlerce okuyarak fırsat maliyeti olarak gördüğü kitaplardan alınacak bilginin zerresini edinemeyen gençlerdir geleceğe endişeyle bakmamızın sebebi. Bir de bunun yanında twitter'dan bile bihaber okumayan gençlik var tabii. Onlar her zaman vardı. Sorun açgözlü sistemin gözlerini okuyanlara da dikmesidir.
Sonuç olarak, yapılması gereken kitaplara, araştırmaya ve doğruyu bulmak için düşünmeye daha çok sarılmaktır. Varsın, zamana yenik düşelim. Araştırmak, okumak ve düşünmek bir yaşam biçimidir. Hiçbir geçici başarı ve getiri bu yaşam biçiminin bize ve insanlığa katacağı yarardan daha önemli olamaz. Etiketlerimiz ise çoğu zaman el feneri ışığıyla araba kullanmaya benzer. Farlarımızı açmayı hatta arada uzunları yakmayı unutmayın.Yazıyı Barış Bıçakçı'nın güzel kitabı Sinek Isırıklarının Müellifi'nden bir aforizmayla bitirerek ironiye yelken açalım:
"Evrendeki en bol iki elementin hidrojen ve helyumun aynı zamanda en hafif iki element olması her şeyi açıklıyor zaten. Böyle hafif bir evrende anlam ne arasın? Anlam ağırdır.. Dibe çöker. Falcılar bu nedenle kahvenin telvesine bakarlar."
Bu basit örnekten yola çıkarak, günlük hayatta karşılaşılan sorunlarda da beynimizin kestirme yollar aradığını, sorunun ardında yatan doğru çözümü ve gerçek yanıtı bulmaktansa, çoğu zaman çok daha az maliyetli olan önyargılarla bezeli bir sonuca yelken açtığı görülmektedir. Beynin, işe yaramaz ve aciz olduğumu söylediğimi düşünmeyin. Elbette insan beyni yeryüzündeki en karmaşık ve üstün varlıktır. Fakat irade bu hazineyi çoğu zaman kestirme yollara sokarak, doğruluk ve gerçeklik kriterini genellikle göz ardı ederek sonuca ulaştırmaya çalışmaktadır. Bunun için kullanılan yönteme etiketleme veya olumsuz versiyonu için ise yaftalama tanımını uygun görebiliriz.
Sadece sesini duyabildiğimiz bir insan bize evrenin sırrını veriyor olsa dahi, içimizde beliren bir huzursuzluk evrenin sırrını dinleme konusundaki konsantrasyonumuzu kaybetmemize neden olacaktır. Tek başına ses, karşımızdaki insanı daha önceden kafamızda belirlenmiş ve sınırı keskin bir şekilde çizilmiş profil şablonlarına indirgememize ve bu yolla söylenenleri söz konusu şablonun önkabullerine göre değerlendirmemize mani olmaktadır. Kontrol bizde olmadığı için huzursuzluk kendini gösterecektir. Etiketlemek için görsellik olmazsa olmazlarımızdandır. Muhatap olduğumuz kişinin fiziksel yapısı, kıyafeti, mimikleri, teninin rengi daha insan konuşmaya başlamadan kafamızda öyle bir değerlendirme mekanizmasından geçer ki, bazı insanların kafada oluşan bu önizlenimi değersiz kılabilmesi için belagat sanatını ve bilgi birikimini ustaca kullanması gerekir.
Bu profiller, etiketler elbette kullanışsız değildirler. Çünkü yıllarca edinilmiş tecrübeyi, gözlemleri ve içinde yaşanılan toplumun değer yargılarını taşırlar. Çoğu zaman bizi yarı yolda bırakmayıp, başarılı sonuçlara da götürebilirler. Sorun, etiketleme işlemenin yardımcı bir kaynak olma özelliğini aşıp, nihai karar mekanizmasının temelini hatta kelimenin tam anlamıyla kendisini oluşturmasıdır. Bahsettiğim tehlikeli son aşama; beyni, zigon olarak kullanılan bir bilgisayar kasasına benzetmektir.
Kestirme yollara sapmada eşsiz bir hüner gösteren beynimiz araştırma yapmayı, karar vermeden önce beklemeyi, gözlem yapmayı ve en zor olan "okuma"yı maliyetli bulmaktadır. Peki neden? Çünkü zaman kıymetlidir. Çağımızın sloganı olan bu "kıymetli zaman" paradoksu her insanın hak verebileceği cinsten bir argümandır. Kimse kendini değersiz, boş beleş görmediği için kısıtlı zamanına değer biçerken kendini bilim insanı gibi görür. Yeni tanıştığı biriyle samimi olması için müstakbel dostunun, muhafazakar ve dini bir altyapıya sahip olması gerektiğini (ya da yenilikçi ve laik) düşünen kişi karşısındakiyle siyasetten, dinden konuşmak yerine memleketini sorarak kararını verir. Diğer örnekte ise bir aylık maaşını oluşturan bilgisayarı almak için insanlar uzun detaylı araştırmalar yerine reklamlara göre karar verebilmektedir. Arta kalan zamanda tanrı parçacağının bulunması için CERN'deki görevine geri dönecek bilim insanımızın elbette müstakbel muhafazakar arkadaşına veya kaliteli donanıma ve uzun ömürlü kullanılabilirliğe sahip bilgisayarına harcayacak vakti sınırlıdır.
Reklamcılık insanların bu zaafı nedeniyle ortaya çıkmıştır. Aynı özelliği haiz ürünleri tüketiciye farklı göstererek hem satışları, hem ürün fiyatını hem de ciroyu artıran bu sektörde insan beyninin tembelliğinden kaynaklı açıklarını çözmek için yapılan AR-GE çalışmasının ve modellemelerin haddi hesabı bulunmamaktadır. Ortada bir zaaf ve bunun ekonomik sonuçları varsa bundan faydalanmak ve sömürmek isteyeceklerin olması da kaçınılmazdır. Bu sebeple reklamcıları da anlayışla karşılamamız gerekir. Reklamlara ödün vermeyerek bilinçli tüketici olabilseydik, firmalar da, reklam giderlerini ürün kalitesini artırmaya yönelik olarak kullanabilirlerdi. Bırakın firmaları söz konusu zaafı avantaja çevirmek için bizler dahi en basit futbol sohbetlerinde cümleye "Bir Galatasaraylı olarak..." diye girerek dinleyici kitlesinin zihinlerine kendi hazır etiketlerimizle girmek istemez miyiz? "Bak Galatasaray'ı eleştirip, yerden yere vururken bunu en objektif halimle, bir Galatasaraylı olarak yapıyorum. Daha ne kadar inandırıcı olabilirim ki?" oltası atmıyor muyuz? Hem de bu oltaya gelmeyecekler gözünde itici, hesapçı olarak görülmeyi göze alarak...
Beni daha fazla rahatsız eden ise, insanların ceplerindekini aşıran kurnaz reklamcılar, şirketler ya da elbette "etiketimle geldim. sen yorulma ey yorgun beyin" diyerek egosunu tatmin eden spor/siyaset yorumcuları değil. Şu an bence en tehlikeli süreç bilginin de hap olarak pazarlanmaya başlamasıdır. Az lafla hatta harfle dünyanın meselesini anlatma, ya da dünya meselelerini bu şekilde üretilmiş aforizmalardan öğrenmeye çalışan gençler en büyük tehlikedir. 140 karakteri savunurken "İnsanlar artık hızlı yaşıyor, hızlı tüketiyor ve bu verimliliği artırıyor. Çünkü zaman değerli" söylemleri "140 karakter"leri okumak için mauz kalınan tonlarca mesnetsiz bilgiyi, değersiz lakırdıyı, safsatayı göz ardı etmektedir. Teyit edilmemiş tonlarca bilgiyi saatlerce okuyarak fırsat maliyeti olarak gördüğü kitaplardan alınacak bilginin zerresini edinemeyen gençlerdir geleceğe endişeyle bakmamızın sebebi. Bir de bunun yanında twitter'dan bile bihaber okumayan gençlik var tabii. Onlar her zaman vardı. Sorun açgözlü sistemin gözlerini okuyanlara da dikmesidir.
Sonuç olarak, yapılması gereken kitaplara, araştırmaya ve doğruyu bulmak için düşünmeye daha çok sarılmaktır. Varsın, zamana yenik düşelim. Araştırmak, okumak ve düşünmek bir yaşam biçimidir. Hiçbir geçici başarı ve getiri bu yaşam biçiminin bize ve insanlığa katacağı yarardan daha önemli olamaz. Etiketlerimiz ise çoğu zaman el feneri ışığıyla araba kullanmaya benzer. Farlarımızı açmayı hatta arada uzunları yakmayı unutmayın.Yazıyı Barış Bıçakçı'nın güzel kitabı Sinek Isırıklarının Müellifi'nden bir aforizmayla bitirerek ironiye yelken açalım:
"Evrendeki en bol iki elementin hidrojen ve helyumun aynı zamanda en hafif iki element olması her şeyi açıklıyor zaten. Böyle hafif bir evrende anlam ne arasın? Anlam ağırdır.. Dibe çöker. Falcılar bu nedenle kahvenin telvesine bakarlar."
4 Ocak 2014 Cumartesi
Devlet sırrı nedir?
Devlet sırrı, biz sıradan vatandaşlarca birey veya topluluk olarak işlediğinde suç olarak tanımlanmış ve cezai müeyyidelerle yasaklanmış olan faaliyetlerin, Devlet tarafından icra edildiğinde suç sayılmaması paradoksunu ve ikiyüzlülüğünü; yine bizim zavallı değer yargımızla, ufacık beyinlerimizle çözemeyip bir anlık şaşkınlık yaşamamız için üretilmiş bir çözümdür.
Her koşul ve konjonktürde biz zavallı vatandaşlarını düşünüp, bizim hayrımız için hizmet etmeye devam eden Devlet büyüklerimizi burdan saygı ve muhabbetle selamlayıp, cehaletin getirdiği mutluluğu bize bahşettikleri için onlara minnet duyuyorum.
Her koşul ve konjonktürde biz zavallı vatandaşlarını düşünüp, bizim hayrımız için hizmet etmeye devam eden Devlet büyüklerimizi burdan saygı ve muhabbetle selamlayıp, cehaletin getirdiği mutluluğu bize bahşettikleri için onlara minnet duyuyorum.
1 Ocak 2014 Çarşamba
Ali İsmail Korkmaz Fenerbahçe Yıkılmaz!!!
Yıllar sonra tribünde olma isteği uyandırmıştır. Hem de sadece deplasman tribününde boy gösterilen statta. Helal olsun size. Ağlayarak tezahürat dinlemek gibi absürt bir olgunun var olmasında katkınız oldu. Her birinizin havaya kalkan yumruğuna ses tellerine kuvvet!
Kaydol:
Yorumlar (Atom)

