28 Aralık 2013 Cumartesi

Gemi batarken denize atılacaklar

Gemi su almaya başladığı anda yükte ağır pahada hafif ne varsa denize atılır. Ak Parti su almaya başlamadan önce bu girişime başladı. Sebebi, gideceği yolun tarifini yapabilecek, geminin ekseri yolcu tipinden farklı olan bir takım seçilmiş insanların, adres konusunda soru işaretleri kalmayınca, kendilerine de gerek kalmamasıydı. Ak Parti'nin liberallerle yol ayrımı böyle başladı.

Özgürlükçü ve reformcu gibi görünmek için liberal görüşü savunan aydınların desteğini almak gibisi olamazdı. Yıllardır statüko ve askeri vesayete saplanmış ülkede generalleri kafalarına bastırarak polis araçlarına sokmak, 12 Eylül'ü (güya) yargılar gibi yapmak ve neye hizmet ettiği belli olmayan TRT Şeş'i kurmak liberalleri heyecanlandırmaya yetti. Ne yalan söyleyeyim, zaman zaman benim de şaşırdığım gelişmeler yaşandı bu süreçte. Geçmişte konuşulması dahi vatan hainliği olarak algılanabilecek özünde insan haklarını ilgilendiren bazı konularda Ak Parti kendisinden beklenmeyecek atılımlar yapıyordu. Belli bir aşamaya kadar ağır aksak süren bu hafif reformcu yaklaşım 12 yıla yaklaşan hükümranlık sonucunda özüne, tabanına ve çekirdeğine geri dönerek aslını göstermiştir. Öze dönüş esnasında başta belirtmiş olduğum gemiden tasfiye süreci ilk kurbanlarını verdi. Bu süreçte Altan kardeşler ve Hasan Cemal Ak Parti'nin kişisel özgürlükleri hedef alan açıklamalarına ve uygulamalarına, tutarsız açılım hamlelerine daha fazla dayanamayarak gemiden atladılar ya da itildiler. Alkol aldığı bir gece gemiden kayarak düşen Ergun Babahan'ı "dön baba başa dönelim" sürecinde bugün yılmaz bir Ak Parti eleştirmeni olarak görüyoruz; fakat onu liberaller arasına sokmaya benim gönlüm el vermedi. Bu arada her devrin adamı özelliğini taşıyan Mehmet Barlas devir teslimin henüz gerçekleşmediğine inanmasından ya da yakında binebilecek bir gemi göremediğinden konumunu henüz değiştirmedi.


Gezi olayları ile birlikte Hükümet daha önceden görmediği ve Cumhuriyet mitingleri gibi suni bir pompalamayla meydana çıkmamış, spontane bir halk tepkisiyle yüz yüze kaldı. Gemideki sızıntıların oluk oluk akan deliklere benzemeye başladığı an bu andır.

Recep Tayyip Erdoğan 2002-20XX kıyaslamalarında ekonomik başarının kilit noktası olan Banka sisteminin regülasyonu ve disipline edilmesini sürekli konuşmalarının merkezine almaktaydı. 2007 ekonomik krizinde sapasağlam ayakta duran ve krizin ülkemize teğet geçmesine katkı sağlayan Bankalarımız gezi süreciyle birlikte Başbakanımızın imdadına yetişti. Faiz lobisi adı altında gemiden yol verdiği eski dostu ve referansı, O'na veya jöle etkisine maruz yeni danışmanına göre tüm olayların sebebiydi. Bu aşamada dış mihraklar tabii ki unutulmamış, saygı ve derin şükran duygularıyla anılmıştı.

Gezi olayları arkasında ölüler, gözleri çıkarılan insanlar  bırakmıştır. Daha da önemlisi Hükümetin hiç de göründüğü gibi özgürlükçü, reformist olmadığını tüm objektif taraflara göstermiştir. Bunun farkında olan Başbakan'ın siyaset dili ve hesaplaşmaları hiç sakınmadan alabildiğine agresif bir tutum almıştı. Kızlı-erkekli açıklamaları, maliyecilerin mali polis olarak kullanılması ülkeyi tam bir polis devletine çevirmiştir.

Tüm bunlar aslında Türkiye tarihinin aşina olduğu, kendi içimizde bizi şaşırtmayacak ve günlük gündem çöplüğünde meze olabilecek cinsten hak ihlalleridir. Asıl önemli olan ve tansiyonun bu denli artmasına sebep olan ise gemi içerisindeki huzursuzluğun ve çekişmenin ayyuka çıkmasıdır. Başbakan'ın engellenemez "tek adam" hayali ve bu yolda gösterdiği engel tanımaz diktatöryel uygulamaları dersane olayıyla iç savaşa dönüştü. Gemiden atılmak istenen bu sefer o kadar kolay lokma değildi. Fakat bu kanlı savaşta elbette bazı yollar ayrılacaktı. Nazlı Ilıcak bir taraftan Hüseyin Gülerce diğer taraftan denize itilirken karşı taraf ellerinden tutuverdi. Başbakan tüm kabineyi değiştirdi. İleri geri konuşan eski Bakanlarına ayar verdi. Taklacı güvercin İdris Naim Şahin taklalar eşliğinde gemiden atladı. İsmini duyan Başbakan "şu güzel ortamı bozdun" dercesine Titanic'teki kemancılar gibi görevini yapmaya çalışan çığırtkanına baktı.



Hızlı tren kazası, Devletin göz göre göre ölümüne göz yumduğu Hrant Dink, Deniz Feneri, Roboski, Reyhanlı, mühimmat patlaması, Gezi Olayları ve daha niceleri Devlet kademelerinde istifa yerine terfilerle ödüllendirilirken geldiğimiz aşamada Bakanların istifaları, Kabinenin değişmesi, Bakan çocuklarının tutuklu olması gösteriyor ki, bu gemi batıyor. Batan geminin delikleri kapanarak suya gömülmekten kurtulur mu bilinmez ama süreci yavaşlatmak istenirken son zamanlarda gemiden aşağı atılanlara bakınca can telaşı rahatlıkla görülüyor. En son gemiden atılan şey ise Ak Parti'nin ekonomiden bile daha çok gurur duyduğu askeri vesayetin son bulmasına önayak olan Ergenekon Soruşturması'dır. Bağırsaklarının temizlendiği söylenen ülkenin temizlik aşamasında kullandığı yöntem bağırsakların içindekinden bile daha pismiş. Sahte delillerin kullanıldığı itiraf edilirken Bakan çocuklarının odalarından çıkan para sayma makinaları aklanmaya çalışıyor. Türkiye tarihi makarası tüm kazanımlarını ezerek, geriye doğru 2002'ye doğru sarmaya devam ediyor.

Bu süreç uzun sürmeyecektir diye tahmin ediyorum. Kazananını tahmin edemiyorum; fakat böylesine kanlı bir sürece can dayanmaz. Lider belli ikinci kim söylemi şu anki konjonktüre uymuyor. Türkiye'nin müzmin kaybedeni olan halk sürecin kesin kaybedenidir. Recep Tayyip Erdoğan mı Fettullah Gülen mi kazanır bilemem ama kaybedeni değiştirmeyecek bu sonuç. Bu arada film bu kadar erken bitmeyecek olsaydı, gemiden atılan barış sürecini, Avrupa Birliği'ne giriş sürecini, Suriye mültecilerini de görecektik. Görmüş kadar olduk ama...

Ölümden ve Bedduadan beslenen siyaset


Yukarıdaki resimde görülenler şu an çok net olarak anlaşılsa da, 10 sene sonra bunlardan anlam çıkaramayan olabilir. İlkinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kefen giyerek kendisini ölümüne desteklediğini açıklayan yandaşlarına alçak gönüllülükle gülümseyerek mübarek elini uzatıyor. Bir diğerinde ise taraftarlarınca dini önder olarak betimlenen ama fiiliyatta devleti yöneten erkin belirli bir kısmında pay sahibi olduğu net bir şekilde görünen şahsın, mübarek ellerini havaya kaldırıp indirerek savurduğu beddualara kadraja girmeyen ahalinin verdiği "amin" sesleri eşlik ediyor.

Düne kadar can ciğer kuzu sarması olan yukarıdaki fotoğrafların baş kahramanları, bugün dillerine kefeni, ölümü, şerri ve laneti dolayarak haklılıklarını ispat etmeye çalışıyorlar. Geçmişte ortak olanların bugün birbirlerine yaptıklarını görünce, geçmişte kendilerinden olmayanlara yaptıklarını daha iyi anlıyor, gelecekte bu kavga bitince canlı kalanın aynı zavallı güruha neler yapabileceğini ise hayal edemiyorum. Aklıma Orta Doğu bataklığında roket atanın da, yerde can çekişerek ölüme gidenin de ağzından dökülen sözcükler geliyor:

ALLAHU AKBAR!!!

Zugzwang

Zugzwang kelimesi kabaca ''Zorunlu hamle'' demektir. Almancada ''Zug'' hamle , ''Zwang'' ise mecburi (zorunlu) anlamına gelmektedir. Daha açık bir ifadeyle, hamle sırası olan kişi hiç hamle yapamadan pas geçebilse, yapacağı herhangi bir hamleye göre daha avantajlı olacaktır. Zira mümkün olan tüm hamleler mevcut konuma göre daha olumsuz bir sonuç doğuracaktır.

Tüm hızıyla süren Ak Parti - Hizmet Hareketi savaşında Ak Parti'nin şu anki konumu da buna güzel bir örnektir. Başbakan'ımızın, Türkiye'nin de ötesinde İslam Ümmetine liderlik serüveni elbette beraberinde bol miktarda kibir getirdi. Dersanelerin kapatılması hamlesinde azıcık da olsa vites düşürmeyen Başbakan, bugün ne hamle yaparsa yapsın yapacağı hamlenin dolaylı sonuçlarının kendisine dokunacağının acı bir şekilde farkına varmış durumda.

Hükümetin başı olmanın verdiği sorumluluğu unutarak, "Söylersem yer yerinden oynar" tarzı ucuz köşe yazarı hastalığına yakalanan Erdoğan, açıklayacağı her gerçeğin yaradılışında başat faktör olduğunu gizleyemeyeceğini farketmiş olsa gerek. Gelinen noktada, yolsuzluk soruşturmasının gölgesinde ortalığa saçılan belgeler, fotoğraflar ve ses kayıtları mevcut. Hizmet Hareketi apaçık 1-0 önde. Başbakan'ın açıklayacağı şeyler olabilir. Açıklarsa yer yerinden oynayabilir. Kuşkum yok bundan. Bu açıklamaların gelmeyişinin nedeni gezi olaylarındaki "camide kızlı erkekli...." iddiaları gibi mesnetsizlik değildir. Paralel devletleşme sürecini bu iki faktörün el ele gerçekleştirmiş olmasıdır. Bugün ortada dolanan Reza Sarraf ile kabine üyelerinin sarmaş dolaş, kolkola fotoğraflarının binlerce kat fazlası geçmişte Hizmet Hareketi ile AK Parti arasında yaşandı. "Bu adamlar yargıyı, emniyeti, askeriyeyi ve nihayetinde devleti ele geçirdi işte bu da belgeleri" diyecek olan Başbakan'ı zugzwang durumuna sokacak olan da o belgelerin hepsinin altında Bakanlarının, idare amirlerinin ve bizzat kendisinin imzalarının bulunmasıdır. "Bu kirli düzeni Hizmet Hareketi ile el ele biz yaptık" skoru 1-0'dan 1-2'ye çevirmeye ziyadesiyle yetecektir; fakat bu açıklama maçı tatil ettirir. Başdanışman Yalçın Akdoğan'ın kazan-kazan stratejisinden kaybet-kaybet'e dönmeyelim yakarışı da bu işbirliğinin ve bozulan ortaklığın belgesi değil midir? Ya da öküz ölünce bozulan ortaklığın mağdurlarından Nazlı Ilıcak'ın "Hizmet Hareketi'nin yapılan operasyonla hiçbir ilgisi olmadığını, aksini iddia edenin bunu ispatlaması gerektiği"ni canhıraş savunmasının sebebi ne olabilir ki? Analitik bakış açısı ve objektiflik olmasa gerek.





22 Aralık 2013 Pazar

akApe, cehApe, pekAkA

Ak Parti mi, AKAPe mi? CeHePe mi, CeHApe mi? PeKEKE mi, PeKAKA mı? Tüm ikililerde doğrusu birincisi. Neden mi? Çünkü oluşumun kendisi öyle adlandırılmak istiyor da ondan. Ötesi olabilir mi? Tartışma adabı bunu gerektirir. İsimler, kısaltmalar üzerinden ali cengiz oyunu yapmak, küçümseyici tavır içine girmek gereksizdir. Hatta pekAkA örneğinde öyle olmasa da oluşumun destekçileri tarafından öyleymiş gibi algılanılması bile yeterli. Önemli olan fikirler, ideolojilerdir. Eleştirilecekse bunlar üzerinden gidilmelidir. Uslubu kahvehane düzeyine indirmek sadece kutuplaşmayı körükler. Çirkin dilin savunucusuna da bir katkısı yoktur.

21 Aralık 2013 Cumartesi

Büyük Yolsuzluk Operasyonu



İran, Azerbaycan, ayakkabı kutusu, altın, para sayma makinası, kasa derken dış mihraklara sonunda ulaştık. Ucu hükümete dokunan bir sorunun arkasında dış mihrakları görmeyeceğimize inanmak Türkiye'yi tanımamaktır elbette. Ortaya konulan bir sorunun direkt sonucuna bakmak yerine dolaylı yollara sapma; sebebine, arkasındaki güçlere, zamanlamasına dikkat çekmek büyük resmi işaret etmekten çok, dikkat dağıtmaya yönelik bir çaba olarak ortaya çıkabilmektedir. Tıpkı içinde bulunduğumuz skandal senaryosu gibi. Devletin ceplerinden, kasalarından, ayakkabı kutularından kirli para iddiaları ortaya saçılmış iken "ama efendim bu iddiayı ortaya atan muteber değildir" demek öncelikle bu iddialardan aklanıp muteberliğine sürülmeye çalışılan lekeyi temizledikten sonra ortaya sürülmesi gereken ve şu şartlar altında tefferruattan öteye geçmeyecek bir amaç olmalıdır.

Jeopolitikten, hastalığa varan komplo teorilerinden uzak durup, bu taraklarda bezi olmayan sade vatandaşlar ne yapmalıdır bu süreçte? Vicdanıyla hareket etmeye çalışıp, yol gösterici olarak kendilerine analitik düşünceyi şiar eyleyen vatandaşlar nasıl bir pozisyon almalıdır bugünlerde? Çevremde olup bitene bakınca çekirdek çitleyerek izledikleri komedyanın bitmemesi için dua edenlerden tutun, daha düne kadar her türlü şerrin arkasında Hizmet Hareketini görenlerin bugün şakirtlere taş çıkarttığına tanık oluyorum. Dün "Bavulcu" diye nitelendirilenler şahıslar bugün aynı nitelemeyi yapanlar tarafından basın özgürlüğünün namusu olarak algılanıyor. Yasaların konjonktüre ve zamana göre değişiklik gösterdiği muhakkak; fakat hukuk, vicdan, hakikat o kadar kalıcıdır ki kendisini unutanlara zaman zaman acı bir tokatla kendini hatırlatır.


Şahsi kanaatimce takınılması gereken doğru tavrı aşağıda maddelemeye çalışacağım. Zaman zaman kendimi de sürecin heyecanına kaptırıp; kalp çarpıntısı, heyecan ve hırs içerisinde ellerimi ovuştururken bulsam da rehberim şudur:

      1. Sürecin taraflarından biri Hükümet'tir. Her ne kadar türlü sakatlıklarla kendi meşruiyetini bile sorgulatan bir yapı içerisinde olsa da, netice itibarıyla anayasa ile çerçevesi belirlenmiş bir yapı içerisinde işleyen erkten bahsediyoruz. Karşı tarafta ise varlığı ve amaçları hakkında fikir sahibi olunmasına rağmen yasalar nezdinde var olmayan bir yapı olan "Hizmet Hareketi" bulunmakta. Bu iki yapı geçmişte simbiyotik bir oluşum olarak nitelendirilse de, Hizmet Hareketinin varlığının sebeplerinden biri Hükümet olsa da, Hizmet Hareketinin şeffaf ve hesap verebilir olmayaşının müsebbibi yine aynı Hükümet olsa da, ortada değişmeyen bir sonuç var. Bu kavgada bir orantısızlık bulunmakta. Yıllarca Fetullah Gülen'in arkasında bulunduğu yapının şeffaflaşması, gelir gider kaynaklarının açıklanması, hukuki bir zeminde denetlenebilir kılınması için gerekli adımların atılması gerektiğini söylemekten dilimizde tüy bitti. Terör örgütü olarak suçlandığı davadan aklanması Hizmet Hareketini resmen meşru kıldı. "Terörist değiliz işte daha ne istiyorsunuz?" yaklaşımı gelişti. Eğitimde, sağlıkta, medyada, emniyette, yargıda, askeriyede, sanayide adımımızı attığımız her yerde gizli fakat bilinen ve saygı gören bu yapı ülkenin gelmiş geçmiş en ayrıcalıklı sınıfını oluşturmaya başladı. Ayrıcalıklıydı çünkü kağıt üzerinde yoktu. Düşününsenize, iş yapıyorsunuz ama ticaret siciline kayıtlı değilsiniz, ya da devlet yönetmeye talipsiniz ama seçimlere girmiyorsunuz. Bu ayrıcalık eskiden askeri bürokrasinin de elindeydi. Askerin elinden bu ayrıcalığın bir kısmı, askerden bile daha az sorumluluğa sahip bir cemaatin ellerine bırakıldı. Elbette Hükümete "Oh iyi oldu. Kendin yarattın. Şimdi sonuçlarına katlan." demek kolay bir çözüm olabilir. Peki ya sonrası? Düşmanımın düşmanı dostumdur diyerek hangi sona hazırlıyoruz kendimizi? Mahallenizde mafya olduğunu ve bu mafyaya polisin göz yumduğunu düşünün. İlerleyen zamanda mafya ile polis kendi arasında çıkar çatışmasına girerse mafyayı mı destekleyeceksiniz? Bugün yaşanan sürecin kazananı her kim olursa olsun kaybeden bu kanlı savaşı izleyen sıradan halk olacaktır. Bu sebeple çekirdek çitleyerek "oh iyi oldu derken" her ne oluyorsa o olan şeyin dönüp dolaşıp karşımıza çıkıp, bize bedel ödeteceğini unutmayıp buna göre tavır takınmak gerekmektedir.
      2. Adil yargılanma herkese lazımdır. Bugün kimi yayın organlarında Bakan çocuklarının yüzlerini buzlayanların, Ergenekon davasında başları bastırılarak arabaya sokulan insanları kıs kıs gülerek ekrana getiren kişilerle aynı olduğunu söylemek malesef yetmemektedir. Mütekabiliyet Devletler nezdinde çok sevilen, sayılan bir kurumdur. Siz bize böyle yaptınız, biz de size iki mislini yapacağız diyerek -6 yaş çocuksu bencilliklerin dışavurumunu güzelce özetleyen bir kelime. Devletler bu kurumu sevip, pamuklara sarmalayadursunlar. Vicdanlarından damlayan insan haklarını "ama onlar da vicdansız..." diye savunmasına sizler aldırmayın. İnsanlığın gerektirdiği sağduyu, mütekabiliyetten çok daha kadimdir. Bugün gizli sürmesi gereken bir soruşturma çarşaf çarşaf gazetelere sızıyorsa, ortaya saçılan pislikleri görüp heyecanlanırken biraz olsa da işleyen haysiyetsiz yargı mekanizmasına dikkat çekin. Yaptığı iki açıklamadan biri uçkur ekseni etrafında seyreden Başbakan'a prim vererek süreci seks kasetleriyle şekillendirmek isteyenlere prim vermeyin. İzlemeyin böyle şeyleri. Yaymayın. Yeterince bataklığa dönmüş siyasi iklimi bir derece daha irtibarsızlaştırma gayretine ortak olmayın. Bunu yaparak bizzat Başbakan'ın aşılamaya çalıştığı ahlak anlayışından medet umar hale geldiğinizi unutmayın.
      3. Devlet sırrı nedir? Kamunun faydası için (kime göre, neye göre tartışılır) devletin suç işleme yetkisinin olduğunu biliyoruz. Öyle değil mi? Bilmiyorsanız birkaç örnek vereyim size. İnsanı özgürlüğünden alıkoymak suçtur değil mi? Devlet bunu askerlik için aylarca insanları kışlalara sokarak yapıyor; fakat bunu kamunun yararı olarak gördüğü, üstelik bir de "kutsal" saydığı için bırakın suç işlemeyi bize hakkımızı verdiğini belirterek koltuklarımızı kabartıyor. İnanmayan Anayasaya baksın. Askerlik bir haktır. Kumar oynamak suçtu değil mi? Devlet kendi eliyle bahis oynatıp buna "şans oyunu" diyebiliyor. Suçu bizzat üstlenip, vatandaşları "madem suç işleyecekse bunu kendi belirleyeceği kuralları çerçevesinde işlesin de bu para yurtdışına akmasın" mantığı güdüyor. Sizce rulette kırmızıya basmak mı daha büyük bir kumardır, yoksa 3 maçı birbirine bağlayarak piyasa bahis oranlarının fahiş derecede altında oranlarla kazanmayı beklemek mi? Bunlar Devletin insanları uyutarak ayan beyan işlediği suçlar. Bir de sır kapsamına alarak, işledikleri var ki insanlar bunları görürse mazallah vatandaşlıklarını ve vekil tayin ettikleri insanları dahi sorgulayabilirler. Devletin işlediği suçları, ben sade bir vatandaş olarak anlayamıyorum. Bir ulusun çıkarının bir başka ulusun aleyhine artmasına da karşıyım. Bu, sade bir vatandaş olarak belki de olayları çok sığ bir şekilde yorumlamdan ya da vicdanımla hareket etmemden kaynaklanıyor olabilir. Kurumların ve bunun en tepesinde yer alan devletlerin vicdanı olmaz. Soru şu, vicdanı olmayan şey vicdansız mıdır? Eğer bu şey devletse hiç düşünmeden evet derim. Bu süreçte de devlet sırrı diye üstü örtülmeye çalışılan gerçeklerin altında çok ciddi yolsuzluk iddiaları mevcut. Bugün operasyonu gerçekleştirilenler "Aaa devlet sırrı varmış burada. Afedersiniz" diyip geri çekilse olayların üstü kapansa sanık konumunda olan kişilerin aklanma gibi bir kaygıları eminim olmayacaktır. Devlet sırrı zırhıyla örtündükleri ana kucağında mutlu mesut yaşamaya devam edeceklerdir. Aklanmak ise bizim gibi sade vatandaşların dert edebileceği gereksiz bir vicdani müessesedir. Yolsuzluk iddialarını soruşturma belgeleriyle ifşa eden Mehmet Baransu'nun derdi Devlet sırrından çok Hükümeti ve bu yolsuzluğa iştirak eden Hükümet üyelerini kamuoyunun kucağına itmek. Devletin zararına dahi olacak olsa ortada bir hukuksuzluk varsa ve bunun belgesi bir gazeteciye ulaşmışsa, o gazetecinin görevi bu belgeyi kamuoyuna açıklamak olmalıdır. Asıl gazeteci bu belgeyi açıklamazsa suçlu sayılmalıdır. Tıpkı 2004 yılındaki MGK kararının yıllarca çekmecede bekletilip, şartlar olgunlaşınca piyasaya sürülmesi gibi. Tüm bunların yanısıra, bir önceki maddede değinilen, "adil yargılanma hakkı" hepimiz için, her zaman gereklidir. Hükümet kendi için değil, bizzat halkı için bu soruşturmada gizli kalması gereken, fotoğrafları, tapeleri Mehmet Baransu'ya sızdıranları bulmalı ve cezalandırmalıdır. Bunu yaparken de Mehmet Baransu'nun kılına dokunmamalıdır. Devletin tüm aygıtları emrinde amade bir Hükümet bunu bulamayacak kadar aciz olmamalı. Hele ki, sürecin mağduru kendi iken.